31 Mayıs 2016 Salı

Emir Timur'un Yezid'in Mezarını Tahrip Ettirişi


1400 Ekim’inde Şam’ı alan Timur, ilk Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu olan ve Hz Muhammed ‘in torunu Hüseyin ile yakınlarının Kerbela’da şehit edilmesine sebebiyet veren Yezid’in Şam’daki Emevi Camii’nin yakınında bulunan Babü’s-sagır Mezarlığındaki kabrini açtırmış ve Yezid’in kemiklerini yaktırmıştı. Bu sırada yıkım ve yok etme işinden Muaviye’nin mezarı da nasibini almış ve ortadan kaldırılmıştı. O dönem tarihçilerinin yazdıklarına göre, 1400 yılının sonbaharında önce Halep ile Humus’a ardından da Şam’a giren Timur, Şam’da üzerlerine derme çatma kulubelerin yapılmış olduğu bazı kişilerin mezarları olduğunu öğrendi. Ama bu mütevazı mezarların hemen ilerisinde, Emevi Camii’nin yakınında bulunan kubbeli ve son derece gösterişli bir mezarında Muaviye’nin oğlu Yezid’e ait olduğunu öğrenince hiddetlendi ve ”Sahabe mezarlarının kulübeler kondurmuş, peygamber efendimizin torununu katletmiş bu adama saray gibi mezar yapmışsınız” diyerek Yezid’in türbesinin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıldeniz’e dökülmesini buyurdu ve askerinden binlercesini getirerek Yezid’in mezarının üzerine işetti !
Timur’un bu hareketi, sonraki asırlarda başka mezarların ortadan kaldırılmaları konusunda tam bir örnek teşkil edecek ve bu arada Muaviye ve Yezid’in kaybolan mezarlarının yerlerinin bulunduğu yolunda ortaya yeni iddialar ortaya atılacaktı. Şam’ın en eski mezarlığı olan ve tarihi İslam’ın ilk senelerine kadar uzanan Babüs-sagır’da şimdi her 20-25 senede bir Muaviye ile Yezid’e ait oldukları ileri sürülen mezarların bulunduğu söyleniyor, bu mezarlar Şiiler tarafından tahrip ediliyor ve bunları birkaç sene sonra başka mezar iddiaları takip ediyor. Babüs-sagır ‘da 1990′larda ortaya çıkartıldığı ve Muaviye’ye ait olduğu iddia edilen son mezarın başında ise, tahripten korunması için şimdi askerler nöbet tutuyorlar…
En başta Edirneli Oruç Bey olmak üzere, eski devir tarihçileri, Timur’un 1400 yıl Ekim’inde Şam’ı almasından hemen sonra Yezid’in mezarına yaptıklarını uzun uzun anlatırlar… Evliya Çelebi ise, meşhur ”Seyahatname” sinin dokuzuncu cildinde korku filmini andıran ama rengarenk sahneler nakleder ve Timur’un sadece mezarı tahrip etmekle kalmadığını, Yezid’e saygı gösteren binlerce kişiyi de yaktırdığını anlatır. Aşağıda, Evliya Çelebi’nin bu konuda yazdıklarının bir bölümünü günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum : ”…Timur, Şam’ı aldıktan sonra Emevi Camii’ine gelip Yezid’in yolundan gidenlere ‘Burayı taht merkezi yapmaya karar verdim ama yapayalnızım. Beni evlendirin. El sürülmemiş öyle güzel bir kız bulun ki cihanda benzeri olmasın’ dedi.
Yezid’in yolundan gidenlerin şeyhi ‘Padişahım şayet cariyen olmasına tenezzül buyurursan benim kızımı al!’ diye öne çıktı, Timur bunu kabul edip kırk gün kırk gece düğün yaptı. Öyle bir şenlik odu ki, koskoca Şam’da tek bir çadır dahi kuracak yer kalmadı. Timur, kırk birinci gün, Yezid’in yolundan gidenlerin bütün şeyhlerini huzuruna kabul edip genç karısı ile Emevi Camii’nin yakınında gerdeğe girmek istediğini söyledi. Yezid’in şeyhleri hemen ‘Olmaaaz! Bu kadar kalabalık içerisinde Züleyha gibi güzel olan o kızın avret yerini keşfetmeye kalkarsanız şeyhimizin namusu incinir’ dediler. Bu sözü işiten Timur ‘Bre mel’unlar’ diye haykırdı. ‘Hazret-i Peygamber’in mübarek soyundan gelen İmam Hüseyin’i Kerbela’da şehit edip mübarek başını şehir şehir dolaştıran, evladını susuzluktan helak eden, soyundan gelenleri orda burda teşhir eden siz değil misiniz? Bunları yapmaya utanmadınız da şimdi şu mel’un herifin nikahlayıp aldığım kızı ile kapalı bir yerde gerdeğe girmemden mi utanıyorsunuz? Bre sizin ırzınız nedir? Söyleyin bana, ne şekilde katledeyim?’
Askerine emretti, her taraftan odun getirtip Yezid’in yolunda gidenleri Nemrud ateşi içinde bıraktı. Sonra gidip Yezid’in kabrini açtırdı. Cesedin hala bozulmadığını gören bazı askerlerinin ‘Sultanım, bu Yezid ne de olsa sahabedendir; affeyle!‘ demelerine daha da hiddetlendi, bir ateş daha yaktırdı, Yezid’in cesediyle beraber 13 kişiyi orada ateşe attı ve Yezid’in küllerini havaya savurttu. Bu iş bitince de bütün askerlerini çağırtıp mezarın üzerine işetti.”
-Murat BARDAKÇI

30 Mayıs 2016 Pazartesi

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde bir Bektaşi: Talat Paşa



"Ben bir tarikat bağlılığı bakımından Bektaşi'yim. Ali Aba'nın muhibbiyim. Anadolu ve Rumeli'ni mutlak bir Türk yurdu yapan manevi hareketin içinde Bektaşiliğin özel bir yeri vardır. Bu gerçeği elbette bir gün gelecek, o güzelim diyarların nasıl evlad-ı fatihan vatanı oluşumuna gelebildiğinin gerçek içeriğini araştıranlar, yadsınması olanaksız kanıtlamaya ulaşacaklardır. İşte bu ulusal yapıdan dolayıdır ki, Bektaşi'yim ve Ali Abii bağlısıyım (Bende-i Ali Abii). Hiçbir zaman bu inancımı saklamadım. Saklama gereği duymadım."

Talat Paşa

(Cemal Kutay (Haz.). "Bir Devir Aydınlanıyor. Talat Paşa'nın Gurbet Hatıraları", Tercüman Gazetesi. 01 Mart 1983)

29 Mayıs 2016 Pazar

Celalettin Harzemşah ve Türkmen Alevi Aşireti: Hormekli Aşireti


Hormekli Aşireti Tunceli, Erzincan, Bingöl, Muş ve Gümüşhane gibi birçok ile yayılmış Aleviliğe bağlı bir aşirettir. Türkçenin yanına Kurmançça ve Zazaca konuşurlar. Kelkit ve Refahiye'dekiler Kurmançça, diğerleri Zazaca bilir. Lolan, Alan, Abdalan, Balaban oymakları ile tarihin her döneminde kader birliği yapmış önemli bir aşirettir.

Osmanlı kaynaklarında Oğuzların "İğdir" boyundan olan "Rişvan" taifesinden olarak gösterilmiştir.

Hormekliler, atalardan süzülüp gelen rivayetlere göre Harzem Türklerindendir. Bu konuda ilk yazılı bilgi veren kişi, Osmanlıca yazdığı "Dersim Tarihi" adlı pek kıymetli eseriyle Nazımiye eski kaymakamı Mehmet Zülfü Yolga'dır. Onun söz konusu eserinde bildirdiğine göre Hormekliler, Harezmlilerin bakiyesidir. Celalettin Harzemşah ile bölgeye gelip yerleşen Harzem Türkleri, Dersimin değişik bölgelerine dağılmıştır. Sadece Hormekliler değil;
Haydaran, Balaban, Çarikli, Bulan, Bahtiyar, İzollu, Şadılı, Harpuran, Kıran, Yusufhan, Demenan ve Arıllı aşiretleride Harezm Türklerinden gelmekte ve hala eski geleneklerini yaşatmaktadırlar.

Dersim'de bir kısım ahalinin Harezm Türklerinden olduğuna dair geleneksel bilgiyi ifade eden bir başka kişi Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey'dir. 1921 yılında TBMM'ye yaptığı konuşmasına göre, Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat tarafından Harezm Türklerine, buralara yerleşme izni verilmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında can güvenliği nedeniyle Dersimin dağlarına çekilen bu Türkler, zamanla Türkçeden uzaklaşmışlardır.

1932 yılında yayımladığı kitabında Miralay M.Rıza, Çarıklı ve Lolan aşireti ile birlikte, Hormek aşireti mensuplarının Türk olduklarını bilip söyledikleri Bu aşiretlerin, Harezm Türklerinden geldiğine dair geleneksel bilgiyi, hiç şüphesiz ünlü Hormekli büyüğü rahmetli "Mehmet Şerif Fırat" olmuştur. Onun artık klasikler arasına giren "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" adlı eserinde bu aşiretler hakkında detaylı bilgiler vermiştir. "Aşiretin yaşlı adamları"ndan derlediği geleneksel aktarımlara göre, Hormek aşireti Harzem üzerinden Horasan'a inmiş ve oradanda Anadoluya gelmiştir. Aşiret mensupları, önce Erzincan'a sonra Tunceli'ye ve oradanda daha güneye doğru yayılmıştır. Ancak şu anda Erzincan'da yaşayan Hormekliler güneyden gelenlerdir.



Anlaşıldığı kadarıyla Dersim'e sığınan ve daha güneye inen Hormek aşiretinin mensupları, temas ettikleri zumrelere göre Zazaca yahut Kurmançça konuşmaya başlamış, daha sonra Türkiyenin bir çok yerine dağılmışlardır. Bundan sonradır ki, aşiretin bazı kabileleri Osmanlı kayıtlarında "Ekrad" yani "Kürtler" olarak anılmaya başlamıştır. *Kendimde Demenan aşiretinin bir üyesi olarak memleketim Erzincan'da ve kökenlerim Tunceli'de, kendi aşiretimde dahil yukarıdaki bazı aşiretlerden yaşlı insanlarla muhabbetlerimde, kökenlerini Celalettin Harzemşah'a bağlayanları gördüm. Son Harzemşah hükümdarı Celalettin Harzemşah'ın mezarı, Tunceli'de "Sultan Hıdır" türbesindedir.


Not : (Dersim:Tunceli olarak değil Osmanlı'da kullanıldığı gibi bir bölge adı olarak kullanılmıştır.)

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Kara Kazan ve Mezara Yiyecek Bırakmak



Bugün Anadolu Alevilerinin en kutsal merkezi olan Hacıbektaş Ilçesi’nde bulunan Pir Dergahı’nda bir kara kazan bulunur. Kurban pişirilen bu kazanın bilinen ilk örnekleri Macaristan’da yapılan kazılarda bulunmuştur. Tören yerlerinde kara kazan kullanan bu halk da Türk halklarından birisi olan Avarlar’dır. Avar Türkleri; ölenlerin mezarlarına yiyecek ve su bırakıyorlardı. Ölenin öbür dünyada bu maddeleri yiyeceklerini düşünen Avarların torunları Anadolu’da karşımıza çıkıyor. Bu yöntem; günümüzde Aleviler arasında devam ediyor. Mezarların başına su, yiyecek, çiçek bırakılmaktadır.

Bu davranışın sebebi; ruhun ölümsüzlüğüne olan inançtır. Islam öncesi Türk inanışında; kişinin öbür dünyada yaşadığına inanılıyordu. Bu yüzden ölenin yanına silahları da gömülüyordu. Atı da ona kurban edilip yanı sıra bulunması sağlanmak isteniyordu. Ataya bağlılık ve onun ölümsüzlüğü, kuvvetli bir inanç modeli oluşturmuştu.

Anadolu Aleviliği Atalar kültünü bugün de sürdürüyor. Her Alevi büyüğü, çebresinde bir tekke, külliye oluşturuluyor. Hacı Bektaş Veli’den Karaca Ahmet Sultan’a ve Abdal Musa’dan Pir Sultan Abdal’a, hatta Aşık Mahzuni Şerif’e kadar bu atalar kültü yaşatılıyor. Bugün Aleviliği yaşayan ve yaşatan taban kitle de bu mekanlarla bütünleşerek inancını buralarda ortaya koyuyor.

Alevi dergahlarının yapılışı, kurban kesilmesi,karakazan olgusu; aynı zamanda Büyük Türk Hakanlığı diye adlandırılan Kök Türk (Göktürk) Imparatorluğu’nun büyük kahramanı Kül Tigin’in tapınak mezarında da karşımıza çıkıyor.

Anadolu Aleviliği’nin yaşatıldığı ve üretildiği temel okullar olan, Alevi dergahları, Kül Tigin tapınağında da görüldüğü üzere; köken olarak eski Türk tapınaklarının İslami bir kimlikle devamı durumundadırlar.

27 Mayıs 2016 Cuma

Eski Türklerde Turan Fikri


Türk mitolojisindeki kızıl elma simgeselliği

Elma; Eski Türkçe'de "alma" diye bilinen adının, meyvenin rengi olan ‘ al ‘ (kırmızıdan) geldiği bilinmektedir.

Kızıl Elma Türkler özellikle Oğuz Türkleri için Kızıl elma üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan idealler veya hayallerdir.

Kızıl elma Türkler tarafından değişik şekillerde tasvir edilmiş olup bazen bir belde bazen bir taht ya da parıldayan ve dünya hakimiyetini temsil eden som altından yapılma kızıl renkli bir küre, bazende bambaşka olgular olmuştur.

Bu altın top bazen zaferin işareti bazen hâkimiyetin sembolü bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade edilmiştir. Çok eski bir Türk inanç ve töresi olan Kızıl elma Türkistan'dan Hazar Denizi'nin doğusundan gelen Oğuzların Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetinin ifadesi olarak bulunan altın topu (Kızıl elma'yı) ele geçirmeyi amaç edinmişler.

Alevilerde Kızıl Elma Fikri

Türk Alevileri - Pir Sultan Abdal ve Kızıl Elma Fikri


Pir Sultan'da Kızıl Elma:

Alevîlerin yedi büyük ozanından biri kabul edilen Pir Sultan, aşağıdaki şiirlerinden de anlaşılacağı gibi ‘kızıl elma’ kavramını, düşüncesini ifade etmede kullanan Osmanlı döneminin Türk tasavvuf düşünürlerinden biridir. Pir Sultan, ‘kızıl elma’ imgesine bilinenin dışında bir anlam yükler.

Pir Sultan Abdal'ın nefeslerine baktığımızda ‘kızıl elma’ imgesinin, iki boyutunun olduğunu görüyoruz: Biri fiziksel, diğeri fiziksel boyut. Pir'e göre kızıl elmanın, mekanı ‘dost bağı’ diğer ifadeyle ‘cennettir’. Rengi, gül rengi veya soluk gül rengidir. Pir, iki ‘nefesinin’ sonunda renk ile beniz kavramlarının yerlerini değiştirerek ‘kızıl elma’yı, Hz. Ali'yi simgelemede kullanır.

Elma'sın, kızılelma'sın seni aşlarlar
Meyveni yerler de dalın taşlarlar
Sultan olan, kulun bağışlarlar
Ali'ye terceman gelen elmalar

Elma'sın kızılelma'sın rengini boya
Cümle melâikler donunu geye ( giye)
Kadrini bilmeyen kabuğun soya
Ali'ye terceman gelen elmalar

Elma'sın kızılelma'sın misk ile amber
Kokuna birikir cümle peygamber
Etin Fatma Ana, kabuğun Kamber
Ali'ye terceman gelen elmalar

Pir Sultan Abdal'ım vahdettir vahdet
Çiğidinden oldu Düldül gibi at
Bir adın seyfullah okunur âyet
Ali'ye terceman gelen elmalar.

Bir başka iki müstakil nefesinde, ‘kızıl elma’ ile Hz. Ali ilişkisine yer verir. Bu iki nefese göre ‘kızıl elma’, Hz.Ali'ye "terceman" olarak gelir. 26. nefes'e göre elmayı, Cebrail cennetten alır, Ali'ye getirerek terceman olarak sunar. nefese göre Ali, onları alır, koklar ve yüzüne sürer. Çünkü elmanın kokusu misk kokusudur. Elma bu kokusunu, geldiği mekandan, Pir'in ifadesiyle "dost bağı"ndan yani "cennet"ten alır. Misk kokulu elma, aynı zamanda "kırmızı amber" rengindedir. Buraya kadar belirlediklerimiz, kızıl elmanın fizik boyutudur. Pir, ‘elma’ imgesini iki nefeste şöyle anlatır:

Dost bağında kızıl alma
Gül rengi güllerden solma
Pir Sultan'ım gafil olma
Gelen Murteza Ali'dir.

Bir başka yerde;

Cennetteki kızıl alma
Gül benzi sararıp solma
Pir Sultan'ım gafil olma
Gelen Murteza Ali'dir.

Bu iki nefesteki kızıl elmayı niteleyen ‘terceman’ kavramına bakılırsa Kızıl elma, Hz.Ali'yi şah yapan bir niteliktir.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Kaygusuz Abdal ile Abdal Musa'nın tanışması


Kaygusuz Abdal ile ilgili bilgiler, Abdal Musa Sultan Velayetnamesinde geçmektedir. Bununla beraber Kaygusuz Abdal, Alevi-Bektaşi edebiyatının kurucularından sayılır. 1341 yılında Alanya’da doğmuştur. Alanya beyinin oğludur. Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa Sultan’ın talibi olmasının ilginç bir hikâyesi vardır. Bu söylence Abdal Musa Velayetnamesinde şöyle geçmektedir: “Teke (Antalya) ilinin Alaiye (Alanya) sancak beyinin oğlu Gaybi Bey, 18 yaşındayken arkadaşları ile ava çıkar. Avlanırken tepe üzerinde bir ahu görür beyzade. O esnada ahu onun önüne çıkagelir. Gaybi Bey onu görünce hemen bir ok çıkarıp, ahuya fırlatır. Kirişten çıkan ok ahunun sol koltuğunun altına saplanır fakat ahu yıkılmaz, sıçrayıp kaçar. Gaybi bey de ardına düşer. Ahudan durmadan kan akar, Gaybi Bey de onun kaçışına bakar.

Ciddi bir şekilde onun izini sürer. Dağlar, vadiler geçip bir sahraya inerler. Yaralı ahu büyük bir asitane kapısından içeri girer. Gaybi de arkasından dergâha girerek, dervişlere geyiği sorar. Meğer o sahradaki bu dergâh, velayet erenlerinden Seyyid Abdal Musa Sultan’a aitmiş. Abdal Musa Sultan, burada büyük bir asitane yaptırmış. Onun hizmetinde pek çok kişiler varmış. Yanına gelenler mutlaka mürit ve muhip olup kalırlarmış. Pek çok dervişi varmış. Hepsi Abdal Musa’ya layıkı ile hizmet ederlermiş. İşte geyiğin ve Gayi Bey’in girdikleri dergâh bu idi.

Dervişler Gaybi Bey’i görüp, karşıladılar ve atının dizginini tutup: ‘Buyrun, ziyarete geldiniz ise aşağı inin’ dediler. Gaybi Bey: ‘buraya oklanmış bir ahu geldi, o benim avımdır, onu bana verin’ dedi. Dervişler de: ‘Buraya böyle bir ahu gelmedi ve biz görmedik’ dediler. Bunun üzerine Gaybi Bey: ‘Hiç dervişler yalan söyler mi, ne için inkâr ediyorsunuz? Ben ahuyu kendi gözümle gördüm, buraya gelip içeri girdi’ dedi.

Dervişler bu sözler karşısında hayret ettiler: ‘haberimiz yok, bilmiyoruz’ dediler. Gaybi Bey bu durum karşısında bir hayli öyle kaldı. Bey böyle düşüncelere dalmışken, dervişler: ‘sultanım, Alanya beyi oğlu gelmiş, bizden av talep ederler’ dediler. Sultan da onu bana gönderin dedi. Sultanın yanına varan Gaybi Bey halini anlattı ve neden orda bulunduğunu açıkladı. Bunun üzerine Abdal Musa Sultan: ‘o ahu neden senin avın oldu?’ diye sordu. Bey cevapladı: ‘sultanım, ben onu ok ile vurdum, üzerine at sürüp hayli koştum. Çok menzil aldı, yoruldu, güç ile buraya geldi.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Abdal Musa Sultan: ‘o oku görünce bilir misin, tanır mısın’ diye sordu. Bilirim cevabını alan Abdal Musa Sultan, kendi kolunu kaldırıp, koltuğunun altında saplı oku gösterdi. Okunu tanıyan Gaybi Bey kendinden geçti.” Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa’yla tanışması ve beyliği bırakıp dergâha hizmet etmesi böyle başlamıştır.